29 Mart 2012 Perşembe

Burak Akkul

Elinin değdiği programları izlerken ince mizahıyla keyiflendirir, imza gününe gidersiniz ayaküstü gülme krizi geçirtir...
1991 yılında Televizyon Dünyasına giriş yapan ve o günden bugüne yaptığı işlerle yerinde oldukça sağlam duran bir isim, Burak Akkul. Metin yazarlığı yaptığı programlar, diziler, hazırladığı program formatları, yazdığı kitaplar… Anlayacağınız karşımdaki anlat anlat bitmez bir adam. Hal böyle olunca bu çok yönlü adamı bir röportaja sığdırmak güç. Gelin madem bu satırlarda yazdığı kitaplara yer verelim…

¾     İlk kitap “Türkçe Aşk Laçkadır” ayrılık acısı üzerine yazılmış. O acıyı çektiren “Adam sayemde kitap yazdı” demiş midir?
¾     Valla o acıyı çektiren bir kişi değil. Sadece hayatta, ikili ilişkilerde yaşadığım kafa karışıklıklarını ve sizin tabirinizle “acıları” o kitaba toplatan bir kişi, diyebilirim... Ama elbette kitabı okuyanlardan; “vaay, kendine yazıldığını düşünen kızlar ne havalara girmiştir şimdi” diye çok duydum... Sanırım, acı vermek de olsa, bir kitaba – bir filme sebebiyet vermek “gurur verici” oldu artık, öyle değil mi?

¾     Erkekler genelde çektikleri acıyı saklamayı tercih ederler. Mizahi bir diliniz olmasaydı yine de “Türkçe Aşk Laçkadır”’ı yazar mıydınız? (Bu genellemeyi de ben şimdi yaptım)
¾     Yazardım... Şu an hiç de mizah olmayan, ama yine “acı” sınıfına giren bazı yaşanmışlıklarımın notlarını almaya başladım mesela... Daha önce de bir yerlerde söylemiştim; ben bugüne kadar eleştirilerimi hep “mizahla” yaptım; Türkçe Aşk Laçkadır’a da mizahi bir anlatım denk geldi... Yine bu Burak olsaydı da mizah yazarı olmasaydı; gülümsetmeyen bir tarzda da yazardı yani.

¾     Kitaplarınızı okurken sanki sizinle oturmuş sohbet ediyormuşuz gibi bir havaya giriyoruz. “hadi ordan, aaa deli misin nesin be adam, abi hakikaten böyle mi yapıyoruz yaaaa yazık bu erkeklere” deyip deli deli kahkahalar...” Okuyucunun beynine bu kadar girebilmeyi nasıl başarıyorsunuz?
¾     Bir kere, iki kitabımı okudunuz diye öyle “havaya” girmeyin bakalım hemen... J Heh he.. Çok teşekkürler tabi bu yorumunuza… Çünkü samimi bir hava yakalayabildiğinin söylenmesi, bence bir yazar için en tercih edilesi eleştiri olmalıdır... Küçüklüğümden beri okuduğum kitaplarda da, hep gerçekleri – beni samimi şekilde yakalayan, dürüst bir dilde yazan yazarları tercih ettim ben de... İleride, daha bilindik bir yazar olursam; sırf bu özelliğimle bilinsem yeter.

20 Mart 2012 Salı

Osman Şengezer

12 çayı için kapıyı çaldım... Sıcacık bir sohbet yanında baktım ki çaylar yapılmış, kurabiyeler hazırlanmış... Hayır demedim tabii. Yediğin içtiğin senin olsun gördüklerini, yaşadıklarını anlat dediğinizi duyar gibiyim. Öyle her şeyi anlatacak değilim tabii,  kendime de birşeyler saklayacağım. Ama Leopar mayosuyla fotoğraf çekimi yapmak isteyip de fotoğraf çekiminde usta olmayışımdan, yapamadığımı bilmenizde sakınca yok. Vazgeçmedim... Yapılacaklar arasında yerini aldı, bilesiniz. Kapıyı çalıp, içeri girmiştik değil mi... Eee konuya da girelim artık. Kapıdan girer girmez hisettirdiği pozitif enerji beni uzun süre idare eder dediğim çok başarılı bir isim; Osman Şengezer karşınızda.

¾     Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde bu işe başlamak bir avantaj mıydı?

¾     Kesinlikle büyük bir şanstı. Tiyatronun kalbi Ankara’daydı. Ankara seyircisi entellektüel bir seyirciydi. Tiyatro, opera ve bale nedir bilirdi. Ankara seyircisin beğendiği bir oyunun sırtı yere gelmezdi.

¾     Dekor ve kostüm tasarımı nasıl başlar?

¾     Önce tekst okunur ve yazarının kim olduğuna bakılır. Yazarın oyunu hayatının hangi devrinde yazmış olduğu çok önemlidir. Oyun hangi dönemi anlatıyorsa buna kendi yorumunu ve düşüncelerini katarak o tarihin içinden alıp yeniden yoğurursun. Malzemeye kendi yorumunu kattığın zaman sanat yapıyor olursun.

¾     Biz seyirciler oyuncuları ve ünlü yönetmenleri tanırız. Oyunların dekoratörlerini, tasarımcılarını tanımıyor olmamızı neye bağlıyorsunuz?

¾     Perde açılmaya başladığı anda arada bir ışık parçası görürsün ve yorum yapmaya başlarsın. Oyun ile ilgili düşünmeye başlarsın. Dekoratör kendi varlığını dekoruyla ve kostümüyle gösteriyor. Perde açıldığı anda dekoratör sahnede ve oyun boyunca da hep sahnede kalıyor.

14 Mart 2012 Çarşamba

Alper Kul

Babamın Oğlu oyunuyla babasının iş, aşk ve öğrencilik hayatına dair ne varsa hiç abartmadan, olduğu gibi sahneye koyan Alper ve hikayenin kahramanı baba Fikret Kul ile keyifli bir sohbet ettik.


Alper Kul ile buluşacağımız restorana girdiğimizde bir de ne görelim. Hikayenin baş kahramanı Fikret Kul yani Alper'in babası da röportaj için bizi bekliyor. Keyifli bir sohbet olacağı kesindi artık. Bir ara Fikret amcanın sohbetine kendimizi öyle kaptırdık ki Alper'i unuttuk. Herşeyi yaşayan adam Fikret Kul cap-canlı yanımızdaydı. Oyunu izlerken şüpheye düşmüştük. Acaba anlatılan her şey doğru muydu? Eğer oyunu izlemeye giderseniz böyle şüpheleri kafanızdan atın. Çünkü biz daha sohbetin başında anladık ki oyunda anlatılan anılar da Türkiye de gerçek.
Babamın Oğlu’nu bize biraz anlatır mısınız?
Alper Kul:  Bu oyun komedi aslında. Oyunun komik kısmı, babam 18 yaşına geldiğinde Trabzon’un Faroz İlçesi'nden milli olmak için İstanbul’a geneleve geliyor ve akabindeki tüm hayatı boyunca kadın-erkek ilişkisiyle ilgili çözebildiğini zannettiği konuları oğluna aktarıyor. Bir baba ve oğlun iki kuşaklı yaşanmış kadın-erkek ilişkisindeki sıkıntıları anlatan bir oyun.

Farklı bir açıdan baktığımız zaman da 1965 yılında babam İstanbul’a geliyor. Türkiye’de 1965’ten 2010'a kadar 45 yıllık süreç içerisinde fark ettirilmeden üç kez rejim değişikliğine şahit oluyoruz. Hallice bir demokrasi sonrasında cunta rejimi ve son olarak ılımlı İslam diye bir rejim. Rejim de kendi yaşam biçimini insanlara dikte eder. Aile yapısına müdehale eder. Mesela Müslüman bir ülke oluşturmak istiyorsan, önce Müslüman aile oluşturman gerekir. O yüzden 45 yıl içerisinde üç kere aile yapısı değiştiğinden, bir sürü değer yargısı tepetaklak olmuştur. Artık iki yılda bir jenerasyonlar değişebiliyor.

Babamın oyundaki tekstte de bahsettiği gibi, “Ben 1968’de Fındıkzade'de bir kızın elini tutabilmek için iki ay peşinde gezdiğimi bilirim. Şimdi Facebook’a gir, iki günde birini bulamazsan salaksın” diyor. “Nasıl oldu da 40 yıl içerisinde kadın-erkek ilişkisi, aile ilişkisi bu hali aldı, ben anlamadım” diye devam ediyor. “Sana aşk desem, bilmem Google’dan araştırıp bulabilir misin? Ama bizim zamanımızda bize sorsan, 'Dünyaları yakarız' derdik” saptamasında bulunuyor.